24 Aralık 2012 Pazartesi

Davutpaşa orta 3'ten mezun


"Karanlık, uzun koridora girdiklerinde beklemediği şekilde ürperdi. Ağır adımlarla yürüyorlardı. Yere bakan gözleri çizgileri adımlarıyla izliyordu. Yanındakilerle uyum halinde yürümeye çalışırken buldu kendini. "Ne saçma" dedi içinden. 
Koridorun sonuna geldiklerinde ağırlaşan başını hafifçe kaldırdı. Büyük, siyah harflerle bağıran Orta 3 yazısı gözünü çizdi. Annesinin ortaokula kaydettirdiği günü hatırladı. Kendini kocaman hissetmişti. Her şeyi bildiğini ve her şeyi yapabileceğini... Elleri kelepçeli sürüklenirken de yine emindi kendinden. İçinden geçtiği onca acıya rağmen. "Davutpaşa Orta 3", yeni okul... "
Ahmet Sel, yine çok özel fotoğraflarıyla ruhumuza akıyor. Fotoğraflarıyla özel bir hikaye anlatıcı olan Ahmet Sel, 12 Eylül’ün bıraktığı izler üzerinden gidiyor. Davutpaşa Askeri Cezaevinin Orta 3 koğuşuna uzanıyor. 
42 İnsan. Yirmili yaşlarında kapatılan...Her sabah "Ermenilerden, Rumlardan, komünistlerden ve vatan hainlerinden hesap sorulacaktır" anonsuna maruz kalan. 
Sel, “Orta 3 mezunları”nı dün ve bugün arasında kurgulanan bir sahnede ele alıyor. Hapisten sonra ilk gittikleri yerde fotoğraflıyor. Fotoğraflar, hem geçmişten ayrıntılar içeriyor hem de Türkiye’nin geçirdiği dönüşüme işaret ediyor. 
Binaların dili olsa da anlatsa. Şimdi Yıldız Üniversitesinin sanat atölyesi olan Davutpaşa Orta 3 koğuşu nelere tanıklık etti?







Tütün Depo'sundaki sergi çok kısa sürüyor. Neyse ki Aras yayıncılıktan çıkan sergi kitabını almak mümkün.

29 Ekim 2012 Pazartesi

uyku, biraz uyku

İnsanoğlunun en iyi bildiği şey. Özellikle bu topraklarda. "Uyku"
Kimilerimizin ayakta uyuduğunu ve hatta bazen ayakta uyutulduğunu düşünecek olursak neden bu kadar zor olsunki?
Tertemiz çarşaflar, loş bir ortam, yumuşacık bir yastık ve yanında sevdiğin tenin kokusu. Ve işte uyku. Ama öyle olmuyor. Deliksiz bir uyku özlemiyle yaşadığım şu günlerde bir yandan da "uyku eğitimi" veriyorum.
Ya dostlar, bilenler bilmeyenlere öğretsin.Meğer insanevladının ilk eğitimi uyku ile başlıyormuş. Demek oluyorki o kadar da eğitimsiz bir toplum değişmişiz!
Öyle kolay olduğunu sanmayın. Uykusu dağılan ve aslında içine düştüğü bu uykunun ne olduğunu da anlayamayan bir insan yavrusunu tekrar uyutabilmeyi.Hele kendisi bu dünyada yeni ise onu ikna edebilmeniz için bin tane takla atmanız gerekiyor.
Ya da profosyenel okuyucu olarak kitaplara gömülüyorsunuz.
"Basit" bir uyku için bin tane ekolün olduğunu söylesem. Başka başka yöntemi savunan bilirkişiler nasıl uyutulabileceğini anlatıyor. Ama bu süreç o kadarda kolay değil. İçinde ruhun ince teline dokunan bolca ağlama ve sarılma, kucaklaşma var. Sonunda bazılarımız ağlamalara dayanamıyor ve yenik düşüyor. Yine atadan kalma ayakta sallamaya devam.
Direngenler ise uyku konusunda uzman kişilere "uyku meleklerine" başvuruyor. Saati güzel bir rakamla evladınıza uyumayı öğretmeye çalışıyorsunuzki siz de tatlı uykunuza kavuşabilesiniz. Kanımca memleketin en önü açık mesleklerinden biri, uyku eğitmenliği.
Ben kendim için başka bir ünvan buldum. "Uyku koçluğu" . Neden olmasun?

Uyku konusunda yılların deneyimi...
Çok kısa sürede uzun uyku öğretilir.
Bebeklere birebir uyku koçluğu yapılır.

                                                                  ***

Uyku demişken tabi rüyalar da bu işin parçası. Marianne Høvik Hansen'in  Dreams of Norway başlıklı takıları. Polyester ve gümüş bir arada kullanılmış.








23 Eylül 2012 Pazar

nasıl da değişiyor herşey

sezon sonu,
okulların açılmasıyla her yer boşalmış. Yazlıkçılar panjurlarnı indirmiş, yeni eğitim- öğretim yılına uzanmışlar. Dükkanların çoğu kapalı; kalanların ise tozlu rafları bom boş. Temel ihtiyaçlar için bile uzun mesafe katetmek gerek.

Her zamanki akşam yürüyüşleri sessiz. Terkedilmiş köpekler etrafta dolaşırken bir kaç emekli memur amcayla tek ışıklı çay bahçesini paylaşıyorum. Gündüz ise boşlukta yankılanan çekiç sesleri. Bir sonraki yıla daha kalabalık girmek için yapılan yeni yeni evler.. Üç aylık evler...

Serbest bırakıldığım anlarda denize iniyorum. Bu cümleyi kurmak bile ne tuhaf. Bir gülüşe tahakküm haller. Bir kokuya sadakat.
Neyse.
Kocaman sahil, uzun ve sarı. Çakıl taşlarının tek sakiniyim. Kimsenin olmamasının ürkütücü güzelliği tüyelerimi diken diken yapıyor.
Güneş hala bulutların arasından süzülüp kumsalı parlatırken deniz buz gibi. Suya teslim oluyorum.Ağrıyan yerlerimi dalgalara bırakıyorum, sürükleniyorum.
Bedenim ve düşüncelerim aynı anda akışta.
Geçen kısacık zamanı düşünüyorum. Ne kadar çok şeyin değiştiğini.
Hayatıma giren küçük adam.
Varlığı yeni başlangıcım oldu. BEN'deki ben.
Onun oluşunu izlerken kendimi de keşfediyorum.
Göçerlerin bıraktığı bu küçük köy gibiyim. Biraz daha dingin, sessiz.
Güneş küçük adamın üstünde ışıldıyor. Yeni olan dolduruyor tüm boşluklarımı.



per antiche rotte


küçük sarı yuvarlak

in the box

sen miydin taşın kalbini delen?


teatrini

ayım, güneşim...


* Tüm takılar Luigi Mariani'ye ait. www.gigimariani.it

8 Temmuz 2012 Pazar

içim dışım rengârenk

Gözlerimden uyku akıyor...
Aynadaki kendimi tanıyamıyorum. en son bıraktıgım ben, başka çarşılarda sanki.
Göz altlarım, en son tez yazarken bu kadar mordular.
Çok acıklı bir giriş oldu. Böyle cümleler silsilesinden sonra "evet bir depresyon muhabbeti daha" dediğinizi duyar gibiyim.
Hayır hayır, tam tersi. Bu kadar rengarenk hissettiğim bir dönem olmadı hayatımda. Bedenim içimdeki neşe kıpırtılarıyla mücadele edemez halde.
Çok kısa bir zaman önce bedenimin mucizevi yaratımını ellerime aldım ve baktım. Hâlâ oradayım. Bakıyorum, anları kaçıracağım diye gözlerimi kırpmaya korkuyorum;
kokluyorum, astımlı ciğerlerim hiç bu kadar derin nefesle dolmamışlardı ve tenim onun sıcaklığıyla can buluyor.
Hayatının hiç bir aktivitesinden taviz vermeyen yaşam bencili ben, harikaların içinde yüzer gibiyim. Benim mavi şişem avuçlarımın arasındaki minik parmaklar...

atomic orbs, winter


atomic orbs, summer
 Dolores Barrett'ten camdan küreler, mevsimlere rengârenk bir gönderme. Ruhuma sesleniyor.
 
atomic orbs, spring 





1 Haziran 2012 Cuma

güzel şeyler ne tarafta?

Minik bir adım, küçük bir nefes arası olsun... Baharla gelen renk terapisi olsun...
İstedim ki fuşyalar, turuncular, sarılar, morlar sarsın etrafımızı... Baktıkça kafamızdaki karıncalar dağılsın... Neşemiz yerine gelsin.
Ve oturdum yaz için neşeli bileklikler tasarladım.
Bileklerim kalın kazakların korumasından çıktığından beri pek çıplaktılar. Şimdi neşeli bir kalabalık bileklerimde salınıyor...



gümüş balık,
örgü mavi bileklik

şans
gümüş sarı örgü bileklik


çubuk çubuk,
gümüş, renkli örgü bileklikler


yıldız yağmuru,
gümüş, mor örgü bileklik

hippi,
gümüş  ve kök yakut
turuncu örgü bileklik

toplu gösterim,
gümüş, renkli örgü bileklikler



* Bileklikleri bileğinde gezdirmek isteyenler ruyaterbiyecisi@gmail.com adresinden ulaşabilirler.




16 Mayıs 2012 Çarşamba

dokunmak

     Bir gün tüm hisler giderse... Peki biz duyularımızı yavaş yavaş kaybederken hala insan kalmaya devam edebilir miyiz?

    Öyle bir zaman gelir ki adı konulmayan yeni bir mikrobun etkisiyle yavaş yavaş tüm duyular kapanır.  Önce koku. Ne yağmurdan sonraki toprağın kokusu ne fırından yeni çıkmış taze ekmek ne de sevgilinin teninin kokusu. Bütün bildik kokulara dair izler kaybolur. Kokuyla canlanan hatıralar da belleğin arka duvarlarına gömülür. Kokuların olmadığı bir dünyada yaşamaya alışırken ve yine de hayat devam ediyor derken...

     Sadece bununla kalmazsa... Ya ses de giderse. Konuşan ama ses çıkartamayan ağızlar.
Yazıyı  yeniden keşfederiz belki de. Kelimelerin zarafetini, inceliğini.  Belki de konuşmanın tahakkümünden kurtulmaktır, kurtuluştur. Olamaz mı?

    Ama bir de duymamaya da başlarsak. Gıcırtılar, tıkırtılar, vuruşlar, mırıltılar, konuşmalar; anları bütünleyen müzik, şarkılar, orkestra, konserler  hepsi gitti. Dans da gider mi peşi sıra? Duymadan dans etmeyi öğrenemez miyiz?

    Sadece bakan gözler kaldı geriye... Karanlık bastırdığın da ne olacak? Görmeyen, duymayan, konuşamayan insan...

     Gözlerimi kapıyorum. Işığın turuncusu bile sızmıyor göz bebeğime. Kulak tıkaçlarım takılı ve sesimi de bir süreliğine unuttum. Hala benim işte o her zaman ki ben. Aynı zihin akışı... Hisler gitti . Ama hala bir şey var. Beni ben yapan.
 
    Dokunmak. Parmak uçlarımdan bedenime dalga dalga yayılan his. Kolumu yasladığım ahşabın pürüzlü yumuşaklığı, ellerimde şekillenen metalin soğukluğu, kitap sayfasındaki incelik, kumaşın kayganlığı... Ve yalnız değilim. Kedimin tüyleri arasında ısınırken elim, dost nefesinin sıcaklığı, bebeğin teninin hassaslığı, sevgilinin yuvarlaklığı hala benim.

Sam Tho Duong


Sam Tho Duong, 2009

        Vietnam'da doğmuş ve ilk gençlik yıllarında Almanya'ya taşınmış Sam Tho Duong'un yarattığı dokular başka hiçbir duyunun varlığını gerektirmiyor gibi. Parmakların arasında dağılan incinin yuvarlaklığı ile metalin pürüzlerinin yarattığı uyum başka bir tatminin kapılarını aralıyor. Kaldı ki değer kavramı artık anlamını yitiriyor. İnsanlığın başlangıcından bu yana altının,zümrütün, safirin ya da pırlantanın parıltısına aldanış artık yok. Duong'un sarı ve beyaz tuvalet kağıtlarını inci gibi yuvarlayarak yarattığı takılar yeni kurulan dilin dışa vurumu. Belki de böylesi daha iyidir.


Sam Tho Duong 'Sanf & Sicher' (toiletpaper)

Sam Tho Duong 'Sanf & Sicher' (toiletpaper)
* Yazının yollarını "Perfect Sense" filmi açmıştır ve herkese tavsiye edilir.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

göz bağı



attombri venezia

       

  Çok zaman geçmiş... seyahatler, koşturmalar, kaşınmalar, sızlanmalar eh arada bir de kahkahalar derken...
Bahar geldi diyerek coşan taşan ruhum hazza teslim etti kendini. nerede yeşil, nerede park yayılalım yatalım tadında.
Şimdi yırtma zamanı. Gözdeki bağı, ruhtaki miskinliği.

12 Nisan 2012 Perşembe

working class hero

  Beyoğlu'nda Artel Galeri'de yeni bir sergi başladı. Filistin asıllı sanatçı  Mona Hatoum'um "Hala Buradasın" adlı sergisi.
  Farklı zamanlarda üretilmiş her eser uzun uzun üzerine düşündürüyor. Tüm yaşanmışlıklara rağmen hala nasıl burada olduğunu, böylece durabildiğini soruyor?  Özellikle Sprague Chair adlı birbirine iliştirilmiş metal sandalyeler.


Sprague Chairs (2001)

   North Adams'daki eski Sprague elektrik fabrikasının yerine kurulan Mass MOCA (Massachusetts Modern Sanatlar Müzesi)'da üretilmiş. Burası aynı zamanda ülkenin en büyük görsel ve performans sanatları merkezi. Tüm bu sandalyeler artık kapalı olan bu fabrikada çalışmış olan işçilerin kullandığı sandalyeler. Tüm sandalyeler bakırla birbirlerine dikişlenmiş ve ilk sahipleri gibi işlevsiz kılınmışlar. Herbiri üzerine işlenen nakışlarda  "ihtiyaç fazlası" olmayı,  işten çıkarılmayı, iş bırakmayı temsil ediyor.
   İhtiyaç fazlası... Alışveriş merkezi inşaatında yanarak ölen 11 ihtiyaç fazlası işçi; arızayı gidermek için deniz bisikletiyle açılan ve bisikletin alabora olmasıyla donarak ölen 5 ihtiyaç fazlası işçi; kimyasal gazdan zehirlenen 22 ihtiyaç fazlası tekstil işçisi ve diğerleri..
   İş kazasıyla öldürülmüş tersane işçileri, cansız bedenleri toprağın altında bırakılan maden işçileri, "hala burada" olduklarını yakarırken ne kadar süre daha etleşmiş kalbimizin ağırlığını kaldırabileceğiz?
   Denetimlere kör, insan canının önemsenmediği ve kadere, alın yazısına havale edildiği öte yandan daha çok büyümek daha çok şişmek için teşviklerin dizi dizi sıralandığı zamanlar...



Griter Divide 2002


   Seçenek yok. Ya dışarıda kalacaksın ya da devasa rendenin iri ve keskin dişlerinin arasından "tam" olarak çıkmaya çalışaksın. Hangisi daha zor ya da hangisi daha kolay?

28 Mart 2012 Çarşamba

kalan

İki güzel kadın bir yazıda buluşursa sözü bırakmalı, dinlemeli...

"Leyla Erbil'in Kalan'ından Kalanlar    Kalan, kaldığı kadarıyla İstanbul, hukuksuzluk, faili meçhul olanlar, annelik, ablalık, erkeklik, babalık, üvey babalık, aynalı pasaj, Mangano, Monroe ve "İyiyle kötüye karar vermiş otoritenin yarattığı kahraman gölgeleri".
Büşra Ersanlı, BİA Haber Merkezi
23 Mart 2012, Cuma

Hayalimi genişletti, hafızamı güçlendirdi bu kitap. İnsan hafızasındaki bakiye, koşullara göre değişiyor. Kalan'dan esinlenmek....
1971-72 akademik yılında, Boğaziçi Üniversitesi Robert Kolej adını bıraktığında, ben de orada Kimya Mühendisliği (!) Bölümünde öğrenci olduğumda Leyla Erbil'in Bir Tuhaf Kadın adlı kitabını orta kantinde okumuştum, "bir tuhaf roman" diye diye.
Cinselliği abarttığını düşünmüştüm o zaman. Ama aklımda da kaldı, özgün bir anlatım.
"Kalan"da ise sadece aklımda kalanlar canlanmadı, kalmayanlar da çıktı birer birer.
Anlatım "çoğul iç"in (inner plural) anlatımı; çoğul anımsama, çoğul hatırlatma yollu bir öz "sökülmesi". İmla kurallarına uymayan ya da farklı kural yaratan, düz yazı, blok yazı, şiir görüntülü sıçramalı yazı, ve italikli yüzleşme...
Bu italikli kısımların bazısı aşırı "gerçekçi" bir sıkıcılık duygusu da verdi yer yer.
Ama çok enstrumanlı, çok melodili veya çok melodisiz caz (!) eden bir caz (Hilmi Yavuz olsa hemen "hicaz" derdi. Kimbilir hangi derinliklerdedir Hilmi'nin zihni).
Neyse, hummalı bir hafıza yoklaması yaptırtıyor Leyla Erbil; etkilenmemek elde değil.
Düzen arayışı hiç yok; özgürlük arayışı var ama gücünü yitirmiş, italik müdahaleleri bunu vurguluyor.
Annemi çok özletti annesini ayrıntılı anlattığı sayfalar.
İlkokulda Arnavutköy'deydik, ev sahibemiz Sultana Hürmüz, oğlu Lambo (Haralambos) yaşıtımdı, bir de az küçüğü Niça (Eleni) vardı. Üç dört yıl birlikteydik ve çok yakındık.
Bir Sultana daha vardı -komşu o da- anneme yardım etmeye geliyordu; yoksuldu ve yastaydı, simsiyah giyinirdi.
"Nasılsın" dendiğinde daima," iyi diyelim, iyi olalım," cevabını vermeyi ondan öğrendim ve hala kullanıyorum.
Yan karşımızda üç katlı kocaman beyaz ahşap ev vardı. Ön cephemiz Eğlence Sokaktı; artık böyle güzel sokak adlarına pek rastlamıyorum.
Yan komşumuz Madam Mari, ağabeyi  "zengin" bir Ermeni esnaf. Yeğeni Bedi Ziver, sonra kimya laboratuarında hocam oldu, Boğaziçi üniversitesinde.
Ömrümde ilk kez gördüğüm parlak kırmızı, mavi, yeşil, sarı yaldızla kaplı sopalı şemsiye çikolataları bana Madam Mari verirdi.
Çok zengin olduklarını sanıyordum ama bu halleri 6-7 Eylül tahribatından sonra toparlanmış halleriymiş.
Daha sonra evlerinde büyük bir yangın çıktı, alevleri bizim eve sıçradı, camımız bile patladı. Madam Mariler evlerini çok zor onardılar. O sıralarda anneme anlattıklarından 6-7 Eylül hakkında bilgilendim biraz,
1959-60 olmalı, üçüncü sınıftaydım. Onlar taşındılar. Büyüdüğümde Tünel'de arayıp buldum evlerini, ama artık yoktular, bir tek Bedi Ziver vardı.
1962 yılında Bebeğe taşındığımızda tramvayla Robert Kolej'e gidip gelirken "vatandaş Türkçe konuş" lafını ilk kez duydum. Tramvayda Rum komşularımız vardı, utandım.
Milliyetçiliği 1964 yılındaki "ya taksim, ya ölüm!" mitinginin konuşmaları ile anlar gibi oldum. Aslında şirretliği sezdim sadece.
Bir yandan da derhal Makarios karikatürü yaptım. Uzun beyaz donla "evreka, evreka" diye adada tur atarken. İlk ve son karikatürüm Kıbrıs'a aitmiş!
16 yaşındaydım, arkadaşlarımdan biri aniden hastalandı. Alin Melikyan Bebek'teki evimize gelip giderdi. Uzun boylu, iri yarı, parlak siyah düz uzun saçlı, küt kahküllü hoş bir kızdı.
Hastalanınca Harbiye'deki evine gittim ziyarete. Annesi doktordu. Alin yatakta yatıyordu, kan kanseriymiş. Bir ay içinde öldü. Çok ama çok üzüldüm.
Üç Horon Kilisesini öyle tanıdım, beyaz tül örtülü cenazenin başında ağlarken.
Robert Kolej'e girdiğimden beri, yani 12 yaşımdan beri Yahudi öğrencilerle beraberdim. Eylül - Ekim aylarındaki oruç bayramlarında (Yom Kippur) okul tatil olurdu, ordan biliyorum.
Aileleri ve kendileri ile yakınlaşmam 17-18 yaşlarımda lisedeyken oldu.
Şeyla Benhabib en yakın arkadaşlarımdandı, evlerinde kalırdım, Teşvikiye bana farklı gelirdi; tam anlamıyla Boğaz balık havasındaydım.
Yıllar sonra kolej yıllığına baktığımda bizim sınıftaki 75 öğrencinin 25'inin Yahudi olduğunu gördüm.
Kürtler hep "bizdendi", adı, dili gizli! Hepsiyle birlikte var oldum. "'Onlar' ötekiler! Bizim ötekilerimiz. Ötekilerin bizi kimdir? " (s. 171) Onur, adalet, eşitlik başlıca değerlerim oluyordu.
Marksist yetişkinlik başlamıştı.
Kalan  bunlar değil sadece, Kalan  (kaldığı kadarıyla) İstanbul, Kalan hukuksuzluk, Kalan faili meçhul olanlar, Kalan  annelik, ablalık, erkeklik, babalık, üvey babalık,

Kalan aynalı pasaj, Kalan kesilip erkek kardeşe çorba yapılan tavuk İshak,  Kalan Silvana Mangano, Marilyn Monroe ve Kalan "İyiyle kötüye karar vermiş otoritenin yarattığı kahraman gölgeleri" (s 51)

***


Son verilen mektuplar beklemeden gelmiş. Fransa, Yunanistan ve İtalya mektupları bir haftada ulaşmış ama aralarında iki haftalık İstanbullar da vardı.
Pazar günü yazıyorum, sakin oluyor Pazarları, demir mazgal pek açılıp kapanmıyor. Ancak kantin malzemelerini Pazartesi aldığımızdan bazı şeyler de bitmiş oluyor.
Alıştım bu duruma, sigarayı ve kahveyi ona göre ayarlıyorum... (BE/BA)"

* Leyla Erbil, Kalan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ekim 2011, 252 sayfa



"mavi ay"
Maria Rosa Franzin,
2009


17 Mart 2012 Cumartesi

pötikare zamanlar




"Mutfakta çayın sesi demlenir
Sabah, benim sesimde sonbahar
Senin sesinde bir çocuk
Ev mutludur halinden, pötikarelenir."

        Birhan Keskin'in ne güzel bir şiiridir "Evin Halleri". Evin ıssız halini, içerlek halini, dağınık halini anlatır ama ben en çok evin pötikareli halini severim.
       Pötikare içi reçel dolu bir kavanozu çağrıştırır. Anaokulu önlüğüm gelir sonra aklıma. Ya da annemin evde yaptığı yoğurdu mayalansın diye sardığı mavi sofra bezi. Ama en çok kırmızı pötikare yastıkları hatırlıyorum. Beyaz kireçli duvarlara nasıl yakışırdı. Buz gibi rengi sıcacık yapardı. Zaten dokunduğu her yeri ısıtmaz mı?
      
      
mini elbise küpeler

   Pötikare küpeler.
   Eski kavanozlardan, teneke kutulardan kesilerek yapılmış, çok özel bir çalışmanın ürünü. Shixie takma ismiyle ETSY'de satılıyor. Yıllarca evin köşesinde beklemiş, kenara atılmış her türlü metali takılarda kullanmış.
   Fena mı olurdu vita yağ tenekesinden küpeler? Gerçi sardunyanın daha güzel gözüktüğü başka bir yer var mıdır?





kırmızı ev kolye , kalay

5 Mart 2012 Pazartesi

nefes

  Çok zaman geçmiş... Etraf toz içinde kalmış. Camları açalım da biraz hava girsin. Yavaş yavaş eşyaların üstündeki beyaz örtüleri de kaldıralım... Neyse ki her şey eskisi gibi. Nasıl yalan bir laf. Hiç bir zaman hiç bir şey eskisi gibi kalmaz. Sen eskisi gibi misin? Bırak on gün önceki seni bir gün önceki sen aynı mı?  Değil ama zaten şimdi bunu konuşmanın sırası da değil.
  Hazır gökyüzünde kara bulutlar aralanmışken yaşamdan güzel şeyler bulup çıkarmayı deneyelim. Bir nefes alalım.
  "Nefes"
   Ciğerleri acıtacak kadar derin, taze, hafif nefes.
   Hayata tutunmayı sağlayan. İlk alışta bir bebeği şaşkına çeviren nefes.
   Hiç nefes almayı unutmazsın ama aslında nefes aldığını unutursun.
   Farkındalık. Önce bir derin nefes alalım ve sonra tutup yavaşça verelim. Tekrar. Her zaman yaptığımız gibi değil. Fark ederek, hissederek.Bunu bir kaç defa yapınca nasıl bir hafiflik sarıyor tüm bedeni. Akış, ayaklardan başlıyor ve dalga dalga dizlere, karın boşluğuna, kalbin arakasına uzanıyor.  Ve her seferinde yenileniyor, güçleniyorsun. Çevreden gelen her şeye karşı daha ısrarlı, daha güçlü...
  Dur ve bekle! Hissediyor musun? Şimdi nefes al, gülümse...
Lin Cheung,
Hidden Value, 2006

Lin Cheung,
Breath/e 2006



Lin Cheung,
by heart, 2005

12 Şubat 2012 Pazar

ahım Haydarpaşa

                                              Ali              ve             Ayşe
                                        Tutar Ailesi                   Katar Ailesi

           Evlilik törenlerinde sizleri de aralarında görmekten mutluluk duyarlar.
                                          Tarih: 11 Şubat 2014
                                  Yer: Grand Haydarpasha Oteli



   Bir şehir mirası daha ellerimizden kayıyor. Yakında Haydarpaşa Garını'da çok mutena toplantıların, yemeklerin, düğünlerin mekanı olarak magazin sayfalarında okuyacağız. Hepimize dokunan, içinden geçtiğimiz, hikayelerimize katılan Haydarpaşa Garı artık sadece seyredebileceğimiz bir yer olacak.
  Belki hala aynı yerinde duracak, Kadıköy vapurundayken selamlaşacağız ama o bildiğin eski dost mu olacak? Eskilerin dediği gibi zarfa değil mazrufa bakın... Artık tren seslerine karışmış curcunasını kaybetmiş bir binadan bize ne!
    Canımın içi Haydarpaşa. Neye feda ediliyor? Oysa Fazıl Say İstanbul Senfonisinde ne güzel anlatır. "Haydarpaşa Garından Anadolu'ya Gidenler Üzerine" Bir an gözlerinizi kaparsınız, kendinizi sabah ışığıyla Doğu Ekspresini bekleyenlerin arasında bulursunuz. Kavuşacak birileri vardır elbet, sizi bekleyen, sizi özleyen...






       Emin Turan nasıl yansıtmuş, Haydarpaşa'nın acısını, bizim acımızı. İzledik sadece her yanan gibi,  mühürlendi gözler. Sessizleştik... Peki ne zamana kadar sürecek gidenlerin ardından mendil sallamak?

Emin Turan,
 HAYDARPAŞA, 2011


      Tiyatroların alışveriş merkezlerine sıkıştırıldığı, konser salonlarına kilit vurulduğu bir dönemde bir otelin cafesine yerleşecek kültür merkezleri bizi neden şaşırtıyor ki ? Zaten kültürümüzde İstiklal caddesine deniz anası gibi çöken Demirören Binası kadar değil mi? İçine girmeyi reddetsek, yanında geçerken vahlansak neye yarar? Kısa zamanda unutmadık mı Serkil Doryan binasının güzelliğini... Her ne kadar yıllarca saklansa da paravanların arkasına. Haydarpaşa da aynı kaderi paylaşacak ya da biz hep aynı "kadersizliği" mi yaşayacağız?
     
     Michael Dale Bernard'ın gözlerinden gördüm yıkımı. Haydarpaşa'nın silueti gibi geldi bana dozerlerin altında ezilen.


Michael Dale Bernard,
Dozer broş, 2010

Michael Dale Bernard,
Excavator kolye, 2009


1 Şubat 2012 Çarşamba

böcekleşme

  "Gregor Samsa ,sabah uyandığında kendini devcileyin bir böceğe dönüşmüş bulur."  Samsa'nın hikayesi böyle başlar. Peki bizim böcekleşme hikayemiz. Kaçımız farkındayız geçirdiğimiz dönüşümün...



 





* Fotoğraflardaki böcek küpeler tresera'dan alınmıştır.

20 Ocak 2012 Cuma

belki yine gelirim

Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
Bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
Ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de
Yırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlaka
Hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler.

Oysa ne kadar sakin bu sokaklar ve bu kent
Ne kadar dingin görünüyor bana şimdi gökyüzü

Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini
Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki
Onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan
Kadınları güzelleştiren herhalde onlardı
"Tükürsem cinayet sayılır" diyordu birisi
Tükürsek cinayet sayılıyor artık
Ama nerede kaldılar, özledim gülüşlerini onların

Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara
Tek yaprak bile kıpırdamıyor nedense
Ve tek tek söndürüyor ışıklarını varoşlar
Alnımı kırık bir cama yaslıyorum, kanıyor
Kanımın pıhtılarında güllerin serinliği
Ve fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudaki
Dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum
Okuduğum bütün kitaplar paramparça
Çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma
Bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent
Bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum
Sarmaşık aydınlar, arabesk hüzünler
Bir gazete sayfasında sereserpe bir yosma

Sesler gittikçe azalıyor, kuşlar azalıyor
Ve ne zaman yolum düşse vurulduğun yere
Kızgın bir halka oluyor boynumda o sokak
Hüznü yalnız atlarımız duyuyor artık
Biz çoktan unutmuşuz böyle şeyleri
Ama içimde bir sırtlanın dalgın duruşu
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

İçimde zaptedilmez bir kırma isteği
Dizginlerini koparan bir at sanki bu
Soluk soluğa kalıyorum her sonbahar
Ve sevgilim ne zaman hoşgörülü olsa
Bir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorum
Bütün gençliğim böylece geçip gitti işte
Ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim

Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa
Bir gün gelirsek hangi kent güzelleşmez
Şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı
Geri almıyorum külleri yangınlar çıksın diye
Devriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndür
Sorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokak
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa
Bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem
Oysa ne kadar sakin sokaklar, bu kent ve bütün yeryüzü
İpince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...



Helen Britton,
"Somewhere else completely", 2009

Kurumuş dudaklarımdan sızan kanın tadı kelimelerime bulaşırken belleğimden Ahmet Telli'nin şiiri geçiyor. Tedirgin bir güvercin aklıma konuyor. Helen Britton onu kalp hizama tutturuyor. Sımsıkı sarılıyorum.

12 Ocak 2012 Perşembe

kibritin modası

   Kibritçi kızın hikayesini bilirsiniz değil mi? Soğuktan korunmak için kibritlere sığınan küçük kız. Çaktığı her kibritlere rüyalara dalar, yaşayamadığı hayatı düşler. Her kibrit çöpüyle yanan düşler ısıtır, girdap olur, içine alır, uyutur...
   Kemiklerime kadar üşüdüğüm bu günlerde Ayşe Takı'nın "Kibritin Modası Geçmez" sergisinin davetiyesini görünce ilk aklıma gelen, çocukluğumdan arta kalmış bu hikaye oldu. Neyse ki çocukluk hayallerime nüfus etmeye çalışan bu umutsuzluktan Ayşe'nin sergisinde eser yok.
  Ayşe, 89 yılında başladığı yolculuğa devam ediyor. Takı tasarımı ile ilgili olmayan sanatçı dostlarından takıyla ilgili çizimler yapmasını istemiş. "Kibrit'in Modası Geçmez" sergisi de Komet'in çizdiği kibritlerden yola çıkarak yaratılmış.
   Kibritler yanmamış; kolye olmuş, küpe olmuş, yüzük olmuş... Kendinde değil kendi için düş olmuş...






2 Ocak 2012 Pazartesi

ananas yılı

   Geçtiğimiz yıla başlarken dedim ki bu yıl "elma yılı" olsun. Şöyle manav tezgahındaki gibi kıpkırmızı, sulu, parlayan bir elma yılı. Hem tanıdık bir tat hem de sürprizli...
   Ama ne oldu? Kendi adıma bu yıldan bana buruk bir tat kaldı. Acısı baskın, ekşisi yayılmış, tatlı zerre kalmış kenarda.
   Ben de bu sefer uzaklardan bir aroma, yabancı, yeni gelenden bir meyve seçmeye karar verdim. "Ananas yılı" olsun bakalım.  Belki güneyin sıcaklığı Latin havasının coşkusu sarar donmuş yüreklerimizi. Ağızdan alınan bu değişiklik belki damarlara yayılır; bir itiraz gelişir bedende . Olur ya değil mi?
   O zaman hepinizin "ananas yılı" kutlu olsun. Vitamin ve mineral depolu...

Thomas Sabo, pendant