Öyle bir zaman gelir ki adı konulmayan yeni bir mikrobun etkisiyle yavaş yavaş tüm duyular kapanır. Önce koku. Ne yağmurdan sonraki toprağın kokusu ne fırından yeni çıkmış taze ekmek ne de sevgilinin teninin kokusu. Bütün bildik kokulara dair izler kaybolur. Kokuyla canlanan hatıralar da belleğin arka duvarlarına gömülür. Kokuların olmadığı bir dünyada yaşamaya alışırken ve yine de hayat devam ediyor derken...
Sadece bununla kalmazsa... Ya ses de giderse. Konuşan ama ses çıkartamayan ağızlar.
Yazıyı yeniden keşfederiz belki de. Kelimelerin zarafetini, inceliğini. Belki de konuşmanın tahakkümünden kurtulmaktır, kurtuluştur. Olamaz mı?
Ama bir de duymamaya da başlarsak. Gıcırtılar, tıkırtılar, vuruşlar, mırıltılar, konuşmalar; anları bütünleyen müzik, şarkılar, orkestra, konserler hepsi gitti. Dans da gider mi peşi sıra? Duymadan dans etmeyi öğrenemez miyiz?
Sadece bakan gözler kaldı geriye... Karanlık bastırdığın da ne olacak? Görmeyen, duymayan, konuşamayan insan...
Gözlerimi kapıyorum. Işığın turuncusu bile sızmıyor göz bebeğime. Kulak tıkaçlarım takılı ve sesimi de bir süreliğine unuttum. Hala benim işte o her zaman ki ben. Aynı zihin akışı... Hisler gitti . Ama hala bir şey var. Beni ben yapan.
Dokunmak. Parmak uçlarımdan bedenime dalga dalga yayılan his. Kolumu yasladığım ahşabın pürüzlü yumuşaklığı, ellerimde şekillenen metalin soğukluğu, kitap sayfasındaki incelik, kumaşın kayganlığı... Ve yalnız değilim. Kedimin tüyleri arasında ısınırken elim, dost nefesinin sıcaklığı, bebeğin teninin hassaslığı, sevgilinin yuvarlaklığı hala benim.
Sam Tho Duong |
Sam Tho Duong, 2009 |